2006’nın Ocak ayı, sömestir tatili devam ediyor. Çorlu, ayazlı ve bol karlı günler geçiriyor. Çorlu, hatta Türkiye’nin geneli çetin bir kışla mücadele ederken Kobe Bryant korkunç bir form yakalıyor ve her maçta 40 sayı atmayı alışkanlık haline getiriyor. Lakers ise Kobe’nin aksine kötü durumda. Lakers’ın görkemli yıllarına tanık olan bir taraftarı olarak takımın sıralamadaki yerinden hiç memnun değilim. Lakers’a gönül veren çoğu insan gibi Kobe’nin olağanüstü performansının bu vasat kadro yüzünden ziyan olduğunu düşünüyorum. Bu hisler içindeyken Raptors düellosunun günü geliyor.
Ortaokul ve lise yıllarımda gece kalkıp NBA maçlarını canlı izlemeye çalışırdım. Özellikle hafta sonlarına ve tatil dönemlerine denk gelen maçları kaçırmak istemezdim. Ancak nedense Raptors karşılaşması pek ilgimi çekmemişti. Lakers umut vermiyordu, Raptors ise Carter’ın öncülüğünde geçirdiği güzel günlerin ardından ligin dibine demir atmıştı. Böyle bir eşleşmeye tanık olmanın basketbol adına ne gibi bir keyfi olabilirdi ki? Hayat bazen insanı yanıltmayı sever. Benim yanılmam da uzun sürmeyecekti. Kobe’nin oynadığı herhangi bir maçı asla hafife almamam gerektiğini ertesi sabah MSN’de oturum açtığımda daha iyi anlayacaktım.
Benim gibi Lakers taraftarı olan, basketbola dair görüşlerini değerli bulduğum bir büyüğüm MSN’de çevrimiçiydi ve kişisel ileti satırına 81 yazmıştı. Evet, sadece rakamla 81. Peki bunun manası neydi? İki takımdan birinin attığı sayıya gönderme miydi? Yoksa Lakers Raptors’a 81 sayı fark mı atmıştı? İyi de Raptors ne kadar kötü olursa olsun böyle bir fark yemesi mümkün değildi. Acaba basketbol dışında başka bir gündem mi söz konusuydu? Kobe NBA’in en formda skoreri konumundaydı ama 81 sayı atacak değildi herhalde. Peki ya attıysa? Mümkün müydü bu? Yok canım! Bu tahminlerle birkaç saniye boğuştuktan sonra Google’a girdim. Gördüklerime inanamadım. Elbette internetle yetinecek değildim. Televizyondaki spor haberlerini de açtım. Herkes Kobe’yi konuşuyordu. Hafta boyunca gazetelerin spor sayfalarında da onun manşetleri vardı. Kobe bir süre gezegenin bir numaralı spor aktörü olmuştu. Doğrusu da buydu.
İlk fırsatta bu tarihi maçın tekrarını izledim. Kobe ilk 2 çeyrekte çok etkili oynamış, 3. ve 4. çeyrekte ise adeta durdurulamaz bir sayı makinesine dönüşmüştü. Raptors Kobe’yi durdurmak için ne denediyse çare bulamamıştı. Adam adama, alan, “box-and-one”; hiçbir savunma yöntemi Kobe’yi Raptors hava sahasından uzaklaştıramamıştı. Üstelik Kobe, maçı da kazandırmıştı. 3 sayı devriminin oyuna henüz tam hakim olmadığı bir devirde salt 7 üçlük isabetiyle 81 sayı atmak akılalmaz bir ustalıktı. Raptors eski gücünde olmasa bile önemli bir NBA organizasyonuydu ve Lakers karşısında gerçekten iyi bir mücadele sergilemişti. Kadrosunda Bosh, Rose, Peterson gibi kaliteli oyuncuları bulunduran bir ekibe 81 sayı atmak bu nedenle hiç kolay değildi. Wilt 1962’de 100 sayılık bir rekora imza atmıştı ama Kobe modern zamanlarda çok daha üstün rakiplerle çekişerek 81 sayı üretiyordu. Wilt’in emeğini kesinlikle küçümseyemem fakat Kobe’nin değişen basketbolda skor hanesine 81 yazdırması, bana göre daha tarihi bir performanstır.
Kobe 81 sayı attıktan sonra çoğu otorite gibi ben de MVP tartışmalarının artık bittiğini düşünüyordum. Ne var ki o sezonun sonunda MVP ödülü bir kere daha Steve Nash’e gitti. Suns’ın Nash’in komutasındaki istikrarlı yükselişi, karar vericilere göre Kobe’nin 81 sayılık resitalinden daha belirleyici bir kriterdi. Bense milyonlarca basketbol tutkunu gibi istisnai bir olaya tanık olmanın daha kıymetli olduğuna inanıyordum. Bu tarihi gösteriyi canlı seyredemediğim için bugün bile üzüntü duyarım. Bu tarihe anında tanık olamadığım gibi bu tarihin bir parçası olduktan sonra da onu arkadaşlarımla hemen paylaşamamıştım. Çünkü kış oldukça sert geçiyor, bu yüzden sömestir tatili bir hafta daha uzuyordu. Buzla ve karla kaplı yollar sebebiyle okula ve idmana gidemiyorduk. MSN’deki sohbet ortamının da yüz yüze yapacağımız heyecanlı basketbol muhabbetlerinin yerini tutması imkansızdı. Hayat bir an önce normale dönmeliydi. Şubat’ın ilk haftasında nihayet muradımıza erdik. Öğle arası geldiğinde NBA tayfası olarak lisenin bahçesindeki basketbol sahasında buluştuk. Elimizde bu sefer top yoktu. Hayır; kardan, soğuktan değil. Birbirimizi özlediğimiz için de değil. Malumunuz, konuşacak konularımız birikmişti. O kış, Kobe’nin yazdığı tarihin etkisinden uzun bir müddet çıkamadık ve bundan hiç şikayetçi değildik.