Son Periyot

MJ vs. LJ: The King

mj-vs-lj-the-king

Yazının Micheal Jordan’la ilgili kısmı ilk çıktığında kafalarda bazı karışıklıklar oldu. Ulaşabildiğim kadar insana bunun “MJ vs LJ” serisinin Micheal Jordan kısmı olduğunu; LeBron James yazısının da yolda olduğunu anlatmaya çalıştım.

Zira ilk yazıda LeBron James’i sahneye almaya çalışsak da tam da yazının ruhuna uyarcasına MJ sahneden bir türlü inmemişti. Yazı sitede yayınlandıktan sonra tabii ki “keşke şunu da yazsaydım” dediğim şeyler oldu. Fakat hayır, onları da buraya ekleyip krala büsbütün haksızlık etmek istemiyorum.

LeBron James ile ilgili neler yazacağımı düşünürken ilk farkettiğim bu yazıyla haşır neşir olmanın benim için daha eğlenceli olacağıydı. Öncelikle 1991 doğumlu birisi olarak onun henüz daha noktası konulmamış efsanesine birebir tanıklık etme fırsatım olmuştu.  Dahası LeBron James kariyeri boyunca büyük bir mental değişim geçirmişti ve bu anlamda benim için daha büyük bir hazineydi. Gelin hikayesinin başına gidelim. On sekiz yaşında bir çocuğun lise sıralarından tarihin en büyük atletlerinden birinin tahtına aday olarak NBA’e adım attığını tekrar gözünüzün önüne getirin. Bu evren değişimi size bir şeyi hatırlattı mı? LeBron James’in alnında şimşek şeklinde bir yarası elinde bir asası yoktu fakat oyuna girişi, J.K Rowling’in Harry Potter serisini yazmaya iten o büyülü fikrinin – küçük bir çocuğun tamamen önemsiz olduğu bir dünyadan, aniden özel bir şöhrete ve göreve sahip oldugu bir dünyaya adım atması – bir basket topuyla kort üzerine tekrar sahnelenmesi gibiydi. Tıpkı Harry’nin sürekli etrafında dönüp duran, bir süre sonra benliğinin bir parçası olan o soru (“Lord Voldemort’u yenebilecek mi?” gibi LeBron James de kariyerini bir hayaletin omuzlarına bıraktığı yükle geçirdi: “MJ’yi tahtından indirebilecek mi? Tüm zamanların en iyisi olabilecek mi?”

Hikayeleştirme yaparken gerçeklikten çok da kopmayalım. LeBron’un aslında o kadar da tanınmadığı bir dünyadan NBA’e adım atmadığını söyleyelim. Nasıl mı? 2002 senesinde Sport Illustrated dergisinin kapağını tarihte ilk kez on sekiz yaşında bir  lise öğrencisi süslüyordu.

Dergiyi çıkartanlar o kapağa başlık atarken bir süre vicdanlarıyla boğuşmak zorunda kalmışlardı. Fakat olabileceklerin büyüsü vicdanlarina ağır basmış olacak ki yine de o başlığı attılar: “The Chosen One.” Ülkenin en prestijli spor dergilerinden birisi, LeBron James’i daha lise sıralarında, on sekiz yaşında seçilmiş kişi ilan etmişti. Biraz fazla değil mi? Peki hemen bunun akabinde ne oldu dersiniz? LeBron James’in alnında kim olduğunu her an bize hatırlatan o zikzaklı yara yoktu demiştik. Fakat derginin yayınlanmasından bir süre sonra sırtına kocaman bir “CHOSEN 1” dövmesi yaptırdı. Artık hiç kimse onun kim olduğunu unutamayacaktı. Yıllardır beklenen kahraman üstlendiği özel görevi yerine getirmek için işte gelmişti. Lise basketbolunu kasıp kavurmuş, o seviyede ulaşabileceği bütün başarılara ve haddinden fazla şan ve şöhrete ulaşmıştı. Peki sonra ne mi oldu?

LeBron’un lige girişini, etrafındaki beklentilerin ve vadettiklerinin gösterdiği olağanüstü performansla günden güne büyüdüğü anları hızlıca geçip zamanı biraz ileri saralım. 2008 senesindeyiz. 2003 senesinde lige adım atan Lebron James sezonun en değerli oyuncu ödülünü ilk kez kazanıyor. Fakat takımı playofflarda Boston Celtics’e 4-3 eleniyor. Hemen sonrasında Lebron James Stephen A. ile bir röportaj yapıyor. Tüm röportaj sırasında yorgun ve mutsuz. Etrafındaki büyü yok olup gitmiş gibi. Hatta öyle ki Richard A. karşısındaki bu adamın ızdırabına dayanamadığından olsa gerek, ona daha bir sene önce henüz yirmi üç yaşında finallere çıktığını hatırlatma gereği duyuyor. Bu onun yüzünde hafif bir pozitif dalgalanma yaratsa da içinde olduğu buhranı hissetmemek mümkün değil.

Bunu takip eden dört senede o buhranın sürekli büyümeye ve kralın ruhsal dünyasını tamamen ele geçirmesine tanıklık ediyoruz.  Bir türlü gelmeyen şampiyonluk “sırtında taşıdığı” (!) yükün ağırlığını günden güne artırıyordu. Peki LeBron James başarısız mıydı? Lebron James’in NBA’de açık ara en büyük nefret sembolü haline geldiği, 2011’in sonlarındaki o ana kadar aldığı ödüllere bir göz atalım. 2 sezon MVP’si, 7 kez All-star , 5 kez All-NBA First Team, 2008 senesi skor liderliği, 2004 Yılın Çaylağı… Peki ne oldu da 2011 sonunda LeBron elinde en fazla başarı bulundurmasına karşın “başarısız” sayıldı? Aslında çok basit, herkes Harry Potter’dan Lord Voldemort’u yok etmesini bekliyordu. Karanlık sanatlarda çok mu iyi? Kimin umrunda? LeBron James majestelerini tahtından indirmek için “seçilmişti.” O tahta aday olabilmek için de şampiyon olmanız gerekiyordu. 

Zamanla etrafındaki beklenti play-offlarda bir türlü geçilemeyen Boston Celtics duvarı ve sonrasında 2011 senesinde favoriyken kaybedilen Dallas Mavericks serisiyle beraber büyük bir memnuniyetsizlik ve negatif enerjiye dönüştü. Fakat bu negatif enerjiyi nefrete dönüştüren başka bir şeydi. Hikayeyi nerede ileri sarmaya başladığımızı unutmadınız değil mi? Sırtınıza “Chosen 1” dövmesi yaptırıyorsunuz. İlk olarak yerel gazeteler tarafından verilmiş olan lakabınız “The King”i markalaştırıyorsunuz. Fakat henüz bir taca sahip değilsiniz, üstüne yedi sene formasını terlettiğiniz memleketinizin takımını terkettiğinizi 8 Temmuz 2010 tarihinde, “The Decision” adlı -ulusal kanalda canlı yayınlanan- bir programda: “yeteneklerimi güney sahillerine götürmeye karar verdim” cümlesiyle açıklıyorsunuz. Yeni katıldığınız takımda o dönem ligi domine etme potansiyeline sahip iki başka süper star var. Böyle oluşturulmuş takımlar ise o güne kadar hiç de alışılagelmiş bir durum değil. Bu takımı kurup bütün sempati oylarını kaybettikten sonra işi rakiple dalga geçmeye kadar götürdüğünüz ve favori olarak çıktığınız final serisi sonunda Dallas Mavericks’e yeniliyorsunuz. 2011 senesinin sonunda LeBron James “başarısız” bir narsist ve çoğularına göre antipatik bir figürdü. Narsist insanlarin ikili bir dünyası vardır. İçten içe özgüven eksikliği, kendine dair şüphe ve sonrasında bu bunalımın gösterilen performans ve etrafındaki insanların size duyduğu hayranlıkla beraber aşılması ve tekrar ulaşılan özgüven hissiyatı.  Fakat bu dünya; performans, aldığınız takdir ve tanınmaya bağlı olarak gitgeller gösterir. Yani mutlu olabilmek, özgüven hissedebilmek için başarıya muhtaç durumdasınızdır. Bir şekilde performasını diri tutup takdir elde edenler genelde mutlu bir yaşam sürdürürler. 2002 senesinde alabildiğince takdir gören, kutsanan bu genç adam, 2011 senesine gelindiğinde hızla bir nefret objesine dönüşmüş ve ona bahşedilen bütün sevgi, saygı, tanınma elinden alınmıştı. 2011 senesinin sonunda Lebron James, içinde 2008 senesinin sonlarında filizlenen ruhsal buhranının zirvesine ulaşmıştı.

Fakat bir narsistin başarıya muhtaç olduğunu, başarısızlık halinde büyük bir ızdırap içerisinde yaşadığını unutmayın. Başarıya ulaşmak içinse zaten tanrı tarafından her türlü yetenekle cömertçe kutsanan bir sporcu için tek bir yol var. Çalışmak ve daha fazla çalışmak. Nitekim “Kral” bir sene sonra gerçekten ilk şampiyonluğuna Finallerin En Değerli Oyuncusu apoletiyle ulaşmayı başarıyordu.

Tam burada filmi tekrar ileri saralım. 2020 senesindeyiz. LeBron James’e dördüncü şampiyonluğuna ulaştıktan hemen sonra genç LeBron James’le şuanda sakalları ağarmış LJ arasında bir mücadele olsa ne olacağı soruluyor. Verdiği yanıt hayli ilginç: “Yaşlı olan diğerini domine ederdi.” Fakat hemen ekliyor: “Yaşlı olan diğerini MENTAL olarak domine ederdi.” Bundan önce verdiği pek çok röportajda da LeBron sürekli 2011 senesi Dallas serisinden sonra yaşadığı mental değişime vurgu yapıyor. Fakat sonrasında olanlar biraz “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” hikayesi gibi. Ne dersiniz? Kral 2012 senesinde ulaştığı şampiyonluktan önce mi mental olarak değişmişti yoksa 2012 senesinde kazanılan şampiyonluk ve başarı mı onu iyileştirdi veya ikisi aynı anda mı oldu?

Her ne olursa olsun 2012 senesinden itibaren LeBron mental olarak iyileşme sürecine girdi. Artık hem tekrardan başarılı ve mutlu bir narsistti hem de küstah havasından uzaklaşmıştı. Hatta ilerleyen yıllarda mental açıdan bir basketbol bilgesine doğru evrildi diyebiliriz. Şiddeti ve frekansı düşmüş olsa da onca insanüstü başarıya rağmen LeBron James’in özgüveninde kırılmalara yine de şahit olduk. En başta da değindiğim narsist insanların sürekli enselerinde hissettiği “Acaba gerçekten o kadar iyi miyim?” sorgulamasını unutmayın. Michael Jordan’ın oyunu eşine az rastlanır bir duygu, düşünce ve eylem birliği içerisinde oynadığından bahsetmiştik. LeBron James ise daha en başından beri daha tereddütlerle dolu bir karakterdi. Onu izlerken halen daha bir şekilde kas hafızasının bozulduğu ve tutuklaştığı anlara şahit olduğumuzu düşünüyorum. 

Michael Jordan size üstünlüğünü öfkeyle kabul ettirmek istiyordu. LeBron James ise başarısız olmanın kendisi için katlanılamaz bir ruhsal ızdırap olduğunu biliyor, mutlu olabilmek için başarı, onun getirdiği hayranlık ve takdire ihtiyaç duyuyordu. LeBron James sahada hiç bir zaman rakipleriyle kişisel bir mevzusu varmış, onların canını okumak, yok etmek istiyormuş gibi davranmadı. Meselesi başarı için konulan kıstaslara ulaşabilmekti. Hem saha içinde hem de saha dışında “diğerleriyle” olan ilişkisinin de çok çok daha sosyal seyrettiğine tanık olduk. Lebron James’in geçirmiş olduğu mental iyileşme, bilgeleşme süreci ve “diğerleriyle” arasındaki ilişki onun liderlik tarzında da pozitif ve daha insancıl bir profil çizmesini sağladı. Son yıllarda saha dışı politik ve sosyal konularda çekinmeden tavır alabilmesi ve bu konuda da hatrı sayılır bir figüre dönüşmüş olması onun efsanesine kuşkusuz bir boyut daha kazandırdı.  

Yazının sonuna gelirken, yazar olarak bir de sempati oyu kullanmak istiyorum. Spor kuşkusuz en nihayetinde bir performans oyunu. Ne kadar gol attığınız, ne kadar yükseğe sıçradığınız, kaç kere topu çemberden geçirdiğiniz… Bütün bunlar bir “gösteri” şeklinde bize sunuluyor. Biz de gösterilene bakıp duygulara kapılıyoruz. Reaksiyonumuzun yönünü ve şiddetini belirleyen ana öğe çoğumuz için ortaya konulan performans. Çok azımızın aklına o performansın hazırlandığı mutfağa bir bakış fırlatmak geliyor. Farkında mısınız bilmem. Hemen her gün “gösteri” manyasının arka koridorlarında gerçekleşen yeni bir skandal öğreniyoruz. İyi bir performastan sarhoş olan gözlerin gözden kaçırdığı, yıllardır sistematik şekilde devam edebilmiş akıl almaz şeyler. Şahsi fikrim hayatın her alanını kanser gibi ele geçiren performans kutsamasının makul ölçüyü çoktan aştığı, aslında bir o kadar önemli ve değerli başka şeyleri gölgelemeye ve dahi kirletmeye başladığını görmemiz gerektiği. Hayatın her alanında sürekli artan performansın toplumun brüt etkinliğini artırdığına şüphe yok. Peki ya o toplumda yaşayan bireylerin ruhsal yaşam kalitesi de aynı ölçüde iyileşti mi yoksa her gün geriye mi gidiyor? İkisinin efsanesini tartarken, ben bir bakış da sahanın dışına, soyunma odasına, caddelere, takım arkadaşlarına ve hatta rakiplere atmak istiyorum. Hangisi daha üstün performans gösteren “oyuncudur” sorusundan bir adım uzaklaşırken,  Michael Jordan’ın performasının mutfağında daha kirli oyunlar döndüğüne inandığım için Lebron James’in “efsanesi” geçirdiği pozitif evrimle benim sempati oyumu kazanıyor.  

Onur Gürel Arslan

Exit mobile version